Konuyu Oyla:
  • Toplam: 0 Oy - Ortalama: 0
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Tarihsel Hacı Bektâş-ı Velî
#1
Kaynakların sunduğu sınırlı imkânlar çerçevesinde ancak şöyle bir tablo oluşturulabilir:

Bir defa, Anadolu‘ya gelmeden önceki hayatı, yani memleketi, doğumu, ailesi, ve nasıl bir yetişme sürecinden geçtiği hakkında Vilâyetnâme‘deki -ve bugünün Alevî Bektaşî çevrelerinde yerleşmiş olup esas olarak bu esere dayanan- menkabevÎ bilgileri saymazsak, tarihen müsbet bir şey söyleyecek durumda değiliz.

Ancak Horasan Erenleri diye bilinen Kalenderiyye akımına mensup cezbeci sûfilerden biri, dolayısıyla Horasan Melametiyye Mektebinden olduğuna muhakkak nazarıyla bakılabilir. Bu sebeple, 13. yüzyılda Cengiz istilası önünden vukû bulan derviş göçleri arasında aynı mektebe mensup Yesevî veya daha kuvvetli bir ihtimalle Haydarî dervişlerinden biri olarak Anadolu’ya gelmiş olmalıdır.

Burada bugüne kadar gözden kaçan çok önemli bir noktayı özellikle belirtmek lazımdır, ki o da şudur:

Bütün benzeri Türkmen şeyhlerinde olduğu gibi, muhtemelen Hacı Bektaş da kendine bağlı bir Türkmen aşiretinin başında bulunuyordu. Genellikle bu oymaklar –Dede Garkın‘a bağlı Garkın veya Karkın oymağında olduğu gibi- başlarındaki şeyhin adıyla anılıyordu. Hacı Bektaş‘ın durumu da böyle olmalıdır. Nitekim, Osmanlı tahrir defterlerine dayalı çok ilginç yeni bir araştırma, Hacı Bektaş-ı Velî‘ye bağlı geniş bir Bektaşlu oymağının bulunduğunu ortaya koydu. (Bk. Irene Beldiceanu-Steinherr, “Les Bektaşi a la lumiere des recensements ottomans (XVe-XVIe siecles)”. WZKM. 81 (1991), ss. 21-79.)

Hacı Bektaş-ı Velî Anadolu‘da yeni bir sûfi çevreye intisap etmiş görünüyor. Bu çevre, Yesevîlik ve Haydarîliğe çok benzeyen ve 13. yüzyılda Anadolu‘da önce ünlü Türkmen şeyhi Dede Garkın, sonra da onun halifesi Baba İlyas-ı Horasanî tarafından temsil edilen Vefaîlik tarikatı çevresidir. Hacı Bektaş-ı Velî ve kardeşi Menteş, Baba İlyas-ı Horasanî‘ye intisap ettiler. Hacı Bektaş adı geçen şeyhin halifelik makamına kadar yükseldi. Işte tam o sırada, 1239 yılı sonlarına doğru Babaî İsyanı patladı. İsyana katılan Menteş Sivas’ta Selçuklu kuvvetlerine karşı yapılan muharebede öldürüldü. Hacı Bektaş-ı Velî ise, ya tasvip etmediğinden veya başka bir sebeple isyana katılmamış, hatta belki de, isyan liderinin bir halifesi olduğundan, yakalanıp öldürülmekten kurtulmak için, takibattan kaçıp izini kaybettirmiş görünüyor.

(Aşıkpaşazâde, Hacı Bektaş’ın, kardeşi Menteş’le Baba İlyas’a mürid olduklarını, sonra beraberce Kırşehri’ne geldiklerini, oradan Kayseri’ye geçtiklerini, Menteş’in Sivas’a gidip orada şehid düştüğünü, Hacı Bektaş’ın ise Karayol (Sulucakaraöyük)’a geldiğini ve orada yerleştiğini bildirir (bk. ss. 204-205).)

Aradan yıllar geçip Anadolu Moğollar‘ın hakimiyeti altında yaşamaya başlayınca, yani yaklaşık 1250’lerden sonra, Hacı Bektaş-ı Velî‘yi bugün dergâhının bulunduğu Hacıbektaş kasabasının yerindeki, o zamanlar, yarı göçebe Çepni oymağından bir kolun -muhtemelen kendine bağlı Bektaşlu kolunun- yaşadığı Sulucakaraöyük diye anılan küçük bir köyde görüyoruz. O burada zaman zaman münzevi bir hayat sürmekle beraber, oymağının günlük işleriyle de ilgisini kesmeden yaşamaktadır. İşte kanaatimizce Hacı Bektaş-ı Velî‘nin asıl tarihsel rolü bu ikinci aşamada devreye girmektedir.

Onun burada bir Türkmen şeyhi olarak kendi cemaati içinde mürşitlik görevini sürdürürken, ayrıca paralel iki istikamette daha İslam (?!) propagandası yaptığı anlaşılıyor. O ilk önce bugünkü Ürgüp yöresindeki Hıristiyanlarla çok sıkı ilişkiler geliştirip onların ihtidasına zemin hazırladıktan başka, işgalci Şamanist Moğollar‘ın da Müslümanlığı (?!) kabul etmeleri için yoğun faaliyetler göstermiş, halifelerini bu meyanda Anadolu’nun dört bir köşesine yollamıştır.

Hacı Bektaş-ı Velî‘nin bu İslam (?!) propagandası, hiç şüphesiz islam fıkhının sıkı kurallarıyla sınırlandırılan ortodoks bir anlayış değil, Horasan Melametiyyesi‘nin kuru zühd (ascetisme) karşıtı cezbeci (extatique) karakterini yansıtmaktadır. Bundan da öte, bu İslam anlayışı (buna artık nasıl islam diyebiliriz? Takdir sizin. Ş.K.), İslam sûfiliğinin yapısından kaynaklanan geniş bir hoşgörüye dayanan, mühtedîleri birdenbire eski kültür çevrelerinden koparmadan, bu kültürden gelen eski inançlarını da kendi içerisinde değerlendiren bağdaştırmacı (syncretique), yani heterodoks bir İslam anlayışıydı. Onun bu yönteminin, Anadolu‘nun müslim ve gayri müslim toplumları arasında önemli bir yakınlaşma ortamının doğmasına yol açtığını söyleyebiliriz. O kadar ki, bölge Hıristiyanlarının da ona büyük bir yakınlık duyduğunu ve kendisini Aziz Charalambos adıyla takdis ettiklerini biliyoruz.

Öyle görünüyor ki, zaman zaman bazı Moğol idarî otoritelerine karşı çıkmak durumunda kalmış olsa da, Hacı Bektaş-ı Velî, Sulucakaraöyük‘teki mütevazi zaviyesinde bu şekilde ömrünü tamamlamış olmalıdır (öl. 1271). İşte tarihsel Hacı Bektaş-ı Velî hakkında bugün müsbet bir yaklaşımla söyleyebileceklerimiz yalnızca bunlardan ibarettir.

Nisbeten bu dar coğrafya içinde cereyan eden hayat tarzı yüzünden olmuş olmalıdır ki, Hacı Bektaş-ı Velî, yaşadığı süre boyunca Selçuklu başkentinin veya önemli kültür merkezlerinin ilgisini çekecek, dolayısıyla bu büyük şehirlerdeki büyük tekkelerde yaşayan entellektüel kesime mensup meslektaşları gibi zamanın belgelerinde iz bırakmamıştır. Onun böyle gözlerden uzak bir mıntakayı seçmesi hiç şüphesiz boşuna değildi. Selçuklu merkezi yönetiminin 1240 Babaî isyanından sonra heterodoks çevrelere karşı takip ettiği politika sonucu, Hacı Bektaş-ı Velî‘nin bu çevrelerden olabildiğince uzak bir yeri seçmesi kadar tabii bir şey olamazdı. Ayrıca büyük şehirlerdeki Sünni meslektaşlarının da eleştirilerinden uzak olmayı tercih ettiği de düşünülebilir. Nitekim Mevlana‘nın bile, yüzünü görmediği ve ancak gıyaben tanıdığı bu Türkmen şeyhine hiç de iyi gözle bakmadığını biliyoruz. (Bk. Eflâkî, I, 482)

Vilayetnâme’nin dikkatli bir tahlili, Hacı Bektaş-ı Velî‘nin hem Ahmed-i Yesevî hem de Kutbeddin Haydar geleneklerini sıkı sıkıya koruyan bir Haydarî şeyhi olduğunu, Elvan Çelebi, Ahmed Eflaki ve Aşıkpaşazade’nin eserleri ise, onun Baba Resûl‘ün, yani -bir Vefaî şeyhi olan- Baba İlyas-ı Horasanî‘nin halifesi bulunduğunu açıkça gösteriyorlar. Kaynaklarımızdaki bu kayıtlara güvenmek gerekirse, onun sûfî kimliği konusunda şu sonucu ulaşmamız lazım geliyor:

Hacı Bektaş-ı Velî çok büyük bir ihtimalle, Haydarîlik tarikatının bir mensubu olarak Anadolu’ya gelmiş, sonra Baba İlyas-ı Horasanî çevresine girerek Vefaîlik tarikatının da bir müntesibi olmuş olmalıdır. O hayatının sonuna kadar da çok muhtemel olarak böyle yaşadı. Bu durumda kendisinin, sanıldığı gibi, adını taşımasına rağmen Bektaşîliği bizzat kurmamış olduğu muhakkaktır. Bugün bütün araştırıcılar bu konuda fikir birliği içindedirler. Zaten Bektaşîlik, 16. yüzyılın ilk yıllarında Balım Sultan tarafından Haydarîliğin içinden ayrılmak suretiyle onun adına kurulmuştur.

Bütün bu süre içinde çarpıcı olan hadise, Hacı Bektaş-ı Velî etrafında teşekkül eden kültün, Anadolu’da ondan çok daha eski olan ve göçlerle buraya intikal eden Ahmed-i Yesevî, Kutbeddin Haydar, Dede Garkın kültlerini ve nihayet, büyük bir dini-sosyal hareketin lideri olmasına rağmen Baba İlyas kültünü kendi içine alması ve böylece, Anadolu’daki bütün heterodoks sûfî eğilimleri temsil eder duruma yükselmesidir. Ayrıca bütün yerel -İslam öncesi- kültleri de kendi bünyesi içinde özümseyerek bağdaştırmacı (senkretik) bir yapı ortaya koymak suretiyle, kendini Anadolu Türk heterodoksisinin temeline yerleştirebilmiş bulunmasıdır. Nitekim bu bağdaştırmacılık özelliğidir ki, Bektaşîliğe dünyaca ünlü hoşgörülü niteliğini kazandırmıştır.

İşte bu bağdaştırmacı kültün teşekkülü, aynı zamanda menkabevî, yahut mitolojik Hacı Bektaş-ı Velî‘yi sahneye çıkaracak ve hem Bektaşîliğin hem Alevîliğin merkezine oturtacaktır. Yani, Hacı Bektaş-ı Velî asıl tarihsel rolünü, yaşarken değil, tıpkı Hz. İsa, Hz. Ali, ve hatta ünlü sûfî Hallac-ı Mansûr gibi, öldükten sonra oynayacaktır. Bu sebeple şunu diyebiliriz ki, Hacı Bektaş-ı Velî yaşarken yapamadığını, öldükten sonra yapmıştır.

Türk Sufiliğine Bakışlar, Ahmet Yaşar Ocak, İLETİŞİM YAYINLARI (ss.170-176)
______
 Aşığın hikâyesini durmaksızın feryat eden bülbüle değil, sessiz sedasız can veren pervanelere sor..
Ara
Cevapla
#2
Mitolojik Hacı Bektaş-ı Velî

Menkabevî yahut mitolojik
Hacı Bektaş-ı Velî ve Abdal Musa

Şurasını unutmamalıdır ki, Bektaşîlik‘ten başka hiçbir tarikatın pîri bu derece muazzam bir kültün, güçlü bir imanın ve kutsallığın konusu olmamıştır. Mevlânâ Celâleddin‘in Mevlevîlik‘teki yeri bile, Hacı Bektaş-ı Velî‘nin Bektaşîlik‘teki yeriyle karşılaştırılamaz.

O halde tarihsel Hacı Bektaş-ı Velî‘nin mitolojik Hacı Bektaş-ı Velî‘ye dönüşerek kutsallık kazanması ve bir imanın konusu olması hadisesi nasıl meydana gelmiştir? Bu çok mühim olay nasıl bir sürecin ürünüdür? Bu süreç nasıl gerçekleşmiştir?

Bu önemli soruların cevabı, bugün Antalya-Elmalı yakınındaki Tekkeköy‘de bulunan türbesinde yatan Abdal Musa‘da düğümlenmektedir. Vaktiyle Fuat Köprülü, Abdal Musa‘ya tahsis ettiği bir monografide, 14. yüzyılda Hacı Bektaş-ı Velî‘nin Sulucakaraöyük‘teki tekkesinden yetişen bu mühim şahsiyetin, Hacı Bektaş-ı Velî kültünün yayılmasında nasıl büyük bir rol oynadığını mükemmel bir şekilde ortaya koymuştur.

Hacibektas Dergah
Hacı Bektaş Dergâhı
Köprülü‘nün araştırmalarından ve günümüz bilim adamlarının yeni çalışmalarından çıkan sonuca göre, kendi yaşadığı dönemde pek tanınmayan bu mütevazı Türkmen şeyhini, gerek hayattayken, gerekse ölümünden kendi zamanına kadar geçen süre içinde üretilen yeni menkabeler aracılığıyla, başta yeni kurulmakta olan Osmanlı Beyliği olmak üzere, bütün Orta ve Batı Anadolu‘da tanıtarak adeta tekrar hayata kavuşturan, Abdal Musa olmuştur. Bu itibarta kelimenin tam anlamıyla, “Abdal Musa Alevî-Bektaşî kesiminin inançlarında yaşayan mitolojik Hacı Bektaş-ı Velî’nin yaratıcısıdır” demek hiçbir zaman mübalağa sayılmamalıdır.

İşte bugün elimizde bulunan ve Alevi-Bektaşî toplulukları nezdinde kutsal bir kitap muamelesi gören Vilayetnâme, 15. yüzyılın son yıllarında bu menkabderin toplanıp yazıya geçirilmiş şeklinden ibaret olup, çoğunluğu itibariyle bu mitolojik Hacı Bektaş-ı Velî‘yi yansıtır.

Ancak bu, Vilayetnâme’de hiçbir tarihsel temel yoktur anlamına gelmez. Aksine, Vilayetnâme’de Hacı Bektaş-ı Velî‘nin tarihi şahsiyetini aydıntatmaya yarayacak oldukça ilginç ipuçları vardır.

Alevî-Bektaşî toplulukları bugün Hacı Bektaş-ı Velî‘yi Vilayetnâme’nin takdim ettiği mitolojik çerçevede tanır ve takdis ederler; bu çerçeveye aykırı bir şey söylendiği zaman şiddetle tepki gösterirler.

Vilayetnâme nasıl bir Hacı Bektaş-ı Velî portresi çiziyor?

Vilayetnâme’deki Hacı Bektaş-ı Velî‘nin en belirgin niteliği, Oniki İmam soyuna nisbet edilmesi, yani Peygamber sülalesine mensup bir seyyid olmasıdır. Babası İbrahim-i Sânî İmam Musa Kazım neslindendir ve Horasan hükümdarıdır. Yani Hacı Bektaş-ı Velî bir şehzadedir. Küçükken önce ünlü sûfi Lokman-ı Perrende’nin, sonra onun tavsiyesiyle Ahmed-i Yesevî’nin yanında eğitilir. Daha o zamanlar birçok kerametler göstererek herkesi hayretler içinde bırakır. Ahmed-i Yesevî’nin nefes evladı olan Kutbeddin Haydar’ı, esir düştüğü Bedahşan ilindeki kâfirlerin elinden kurtarır. Sonra onun artık olgunlaştığını gören Ahmed-i Yesevî, kendisine halifelik (yetkili temsilcilik) sembolleri olan cihâz-ı fakr’i (tâc, şamdan, seccade, sofra ve alem) teslim etmek suretiyle beline tahta kılıcını kuşatır ve Rum (Anadolu) diyarını irşad etmekle görevlendirir.

Anadolu’ya gelmeden önce Mekke’ye giderek hac görevini de ifa eden Bektaş, Hacı unvanını böyle alır. Dönüşte Necef’i ve Kerbela’yı ziyaret ettikten sonra Anadolu’ya gelir. Buradaki Rum Erenleri onun gelişinden haberdar olurlarsa da buna pek sevinmezler. Hacı Bektaş-ı Velî, Çepni oymağına mensup konar-göçer birkaç evin kışlağı durumundaki Sulucakaraöyük’e (bugünkü Hacıbektaş kasabası) gelir. Kadıncık Ana‘nın evine misafir olur. Bu arada kerametleriyle dikkat çeker. Geçimini sağlamak için köyün sığırlarını güder.

Bir müddet sonra bugünkü dergâhın yerinde ilk inziva yeri olan Kızılca Halvet’i yapar. Bugünkü tekke bu arazide yer almaktadır. Böylece Hacı Bektaş-ı Velî artık kendini kabul ettirmiş ve mürid edinmeye başlamıştır. Ünü çabuk yayılır. Çevredeki veliler (evliya) onu kıskanırlar ve çeşitli sınavlardan geçirirlerse de o hepsini utandırır. Avucundaki Yeşil Ben’i göstererek Hz. Ali’nin mazhar’ı olduğunu, yani onun kendi bedeninde zuhur ettiğini ispat eder. Böylece Rum’un en büyük evliyası olduğu anlaşılır.

Hacı Bektaş-ı Velî buradaki ikâmeti esnasında Seyyid Mahmud-ı Hayrânî, Ahi Evran vb. büyük Rum evliyasıyla yakınlık kurar. Çevredeki gayri müslimlerle yakın ilişkiler içine girer. Moğol otoriteleriyle tanışır. Onlardan bir kısmını Müslüman eder. Bu arada birçok da halife yetiştirir. Sonunda ölümünden az evvel onların her birine halifelik icâzetnamesi vererek Anadolu’nun bir yanına yollar ve kendisi de kerametine yakışır bir ölümle vefat eder.

Sonuç:

Buraya kadar hiç şüphesiz ki çok kısa olarak anlatılanlardan ortaya çıkan sonuca bakılırsa, Hacı Bektaş-ı Velî‘nin asıl şöhretinin ve etrafında teşekkül eden muazzam kültün, vefatından sonra teşekkül ettiğini söylemeliyiz. Bu kültün esas kaynağı onun Sulucakaraöyük‘teki dergâhı olup burası bir Haydarî zaviyesidir.

14. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra buranın şeyhi olan Abdal Musa, bir Haydarî şeyhi olarak kendine mensup olan bir kısım dervişleriyle buradan kalkıp yeni kurulmakta olan Osmanlı Beyliği arazisine gitmiş, orada Orhan Gazi‘nin hizmetinde fetihlere katılmış ve başarılı olmuştur. Fakat onun yaptığı asıl büyük iş bu fetihlerdeki başarısı değil, bu arada birlikte savaştığı Osmanlı gazilerine Hacı Bektaş-ı Velî’nin menkabelerini anlatarak onu tanıtması olmuştur. O bunu önce Bursa havalisinde yapmış, sonra buradan Bergama ve yakınlarına geçmiş, oradan da Antalya‘ya giderek bugünkü Tekkeköy‘de zaviyesini açıp yerleşmiştir.

Bu tarihî hadise şunu gösterir: Hacı Bektaş-ı Velî kültü önce, hayattayken bizzat Hacı Bektaş‘ın da mensubu bulunduğu Haydarî dervişleri arasında ortaya çıkmış, gelişmiş ve onlar vasıtasıyla her tarafa yayılmıştır. Osmanlı gazileri aracılığıyla Hacı Bektaş-ı Veli‘yi tanıyan Osmanlı sultanları, Yeniçeriliği kurarken, onun Osmanlı gazileri arasında yaygın olan güçlü Hacı Bektaş kültü sebebiyle ocağı ona bağlamışlar, böylece Hacı Bektaş-ı Velî‘nin hatırası Osmanlı topraklarında giderek gelişmek suretiyle büyüyüp ünlenmiştir.

16. yüzyılın başlarına gelindiğinde ise, Balım Sultan, Haydarîlik‘ten ayrılıp, Osmanlı hükümet merkezinin desteğini de alarak Bektaşîlik tarikatını Hacı Bektaş-ı Velî‘nin adına bugün bildiğimiz şekliyle fiilen kurmuştur.

İşte Hacı Bektaş-ı Velî ölümünden sonra böylece Anadolu Türk heterodoksisinin teşekkül sürecini fiilen tamamlamış ve kendisini de onun merkezine yerleştirmiştir. Bugün ister Sünni ister Alevî ve Bektaşî olsun, kendini sevenlerin ve takdis edenlerin gönlünde ve kafasında tarihsel şahsiyetinden çok mitolojik kimliğiyle yaşamaktadır.
______
 Aşığın hikâyesini durmaksızın feryat eden bülbüle değil, sessiz sedasız can veren pervanelere sor..
Ara
Cevapla
#3
bv.jpg

Her yıl Ağustos ortasında Hacıbektaş ilçesinde yapılan şenlik, Anadolu tarihin önemli şahsiyetlerinden biri olan Bektaş-ı Veli adına yapılıyor olması nedeniyle, Tarihçe’nin de ilgi alanına giriyor.

Böylesi tarihsel şahsiyetler söz konusu olduğunda karşımıza çıkan sorunlardan biri, efsane ile gerçeğin sıklıkla birbirine karışmasıdır. İnanç önderleri söz konusu olduğunda bu durum daha da belirginleşiyor.

Öncelikle Hacı Bektaş örneğinde sıradışı bir durumla karşı karşıya olduğumuzu anımsamalıyız. “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diyen ayrıksı bir inanç önderi söz konusu olan. “72 millete bir nazarla bakmayan / Kırk yıl müderris olsa hakikatte asidir” diyen, “eline beline diline hâkim olmayı” temel düstur edinen bir inanç biçiminin çok özel bir bilgesidir söz konusu olan. Ona atfedilen;

Hararet nardadır, sacda değildir

Keramet baştadır, taçda değildir

Her ne arar isen kendinde ara

Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir

deyişi bile, günümüz ortalamasının ilerisinde bir bilgelikle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

İrene Melikoff’un, Baba İlyas’ın soyundan gelen Aşıkpaşazade ile Elvan Çelebi, keza Eflaki ve diğer kaynaklardan aktarmalarla gösterdiği gibi, Hacı Bektaş, kardeşi Menteş ile birlikte Babai ayaklanmasının öncüsü Baba Resûl’ün yanıbaşında, dahası “Baba Resûl’ün halife-i has”ı, gözde mürididir. Paralı Frenk askerlerinin katliamıyla ezilecek olan ayaklanmada (1240) Baba İlyas ve Baba İshak yanı sıra Menteş de öldürülenler arasındadır.

Hacı Bektaş, Babailerin Selçuklu egemenliğince aranıp öldürüldüğü bu baskı sürecini Sulucakarahöyük’te Hıristiyanlar arasında saklanarak atlatacaktır. Bunu yaparken aynı zamanda kendini eğitecek, düşünceleri doğrultusunda insanları örgütlemeye çalışacaktır. 1271’de öldüğü zaman, ardında zayıf bir çevre ama güçlü bir fikri yapı bırakacaktır.

Bu zayıf ilişki ağı, fikri yapının gücü ve ortamın uygun olması nedeniyle, Osmanlının kuruluş sürecinde hızla büyüyecek ve farklılaşacaktır. Ölümünden 200 yılı aşkın bir dönem sonra kaleme alınacak olan Vilayetname ise, Hacı Bektaş ve Bektaşiliği, resmi Osmanlı tarih yazımının çarpıtmalarına kurban edilecektir. (Erdoğan AYDIN – 21.09.2007)


Bektaş-ı Veli’nin Resmi üretimi
Abdülbaki Gölpınarlı’nın da işaret ettiği gibi Vilayetname, II. Beyazıt zamanında ve Balım Sultan’ın Bektaşi Postnişinliğine atanmadığı, yani 1501 öncesinde, İlyas Bin Hızır (Uzun Firdevsi) tarafından yazılacaktır (Vilayetname, s.XXVII)

Vilayetname, Bektaşiliğin henüz Ali eksenli bir tarikat/inanç haline gelmediği bir dönemin ürünüdür. Nitekim Vilayetname’de Kızılbaş/Safevi söyleminin hiçbir izi bulunmamaktadır ki, bu etki Bektaşiliğe sonradan girecektir. Vilayetname, II. Bayezit’in, Bektaşi türbesinin çatısını tunç levhalarla kaplattığını söylemektedir. Demek ki bundan sonra yazılmıştır. Diğer yandan Vilayetname, Balım Sultan’ın, Kızılbaşlığın halktaki yayılışını etkisizleştirmek üzere Bektaşiliğe getirilen yeniliklerden önce kaleme alınmış görünmektedir. (İ. Melikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, s.99)

Bu dönem, Anadolu Alevîlerinin Osmanlı ve Yeniçerileri tarafından katliamdan katliama uğratıldığı dönemdir aynı zamanda. Kızılbaş düşmanı Osmanlı iktidarı ile entegre olmuş bir Bektaşî Babası tarafından yazılmış olan Vilayetname, Bektaşi Dergâhının Osmanlı otoritesinin bir parçası olduğu dönemin ilişkileri çerçevesinde II. Beyazıt ve Osmanlı egemenliğinin istediği bir Hacı Bektaş portresi çizmektedir.

Bu Vilayetname’yi esas alacak olursak, Babai katliamından sağ kurtulmuş Hace Bektaş, Babailerle asla ilişkilenmemiştir. Aksine gençlik dönemini Anadolu’da değil Türkistan’da, Yesevi’nin yanında geçirmiştir. Doğumundan 6 ay sonra parmak kaldırarak şahadet getirmiş, 12 imamdan yedincisi Musa Kâzım’ın soyundan gelmiş, manen de olsa Hac’ca gitmiş, revize edilmiş olsa da namaz dahil ibadetinde İslamcı özellikler gösteren ve tabii Osmanlıyı ‘kâfirlere’ karşı savaşa yönlendiren bir yeniçeri ağasını andırmaktadır.

Esasen Vilayetname’den hareketle çizilecek bir Bektaş-ı Veli portresinin gerçeğinden ne kadar uzak olduğunu anlamak için birkaç bilgi aktarmakta yarar var: Söz konusu bu kaynağa göre Bektaş-ı Veli, hocası Lokman Perende’ye atfen, daha küçük bir çocukken Muhammed ve Ali’den Kur’an okumayı öğrendiği, yine Lokman Perende’nin hac dönüşündeki anlatımına göre, “Kâbe’de namaz kılarken Bektaş’ın da sürekli kendisiyle birlikte namaz kıldığı”, yani cismen olmasa da Hac’a gittiğini (ki Anadolu’ya göçerken cismen gittiği iddiaları da mevcut) öğreniyoruz. Vilayetname’de namaz kılan, bir an bile ibadetten geri kalmayan, üstüne üstlük cihat yapan bir Bektaş portresiyle karşı karşıyayız.


Tarih Dışı İddialar!
Bu kaynağa göre Ahmet Yesevî ile aynı dönemde yaşamış, onun yaşlılığında gençliğini yaşayan, ondan ders alan bir Bektaş söz konusu. Daha garibi bu dönemde Horasan’da kâfir-Hıristiyan bir egemenlik olduğu iddia edilmekte ve Yesevî’nin, oğlu Kutbeddin Haydar’ı bu kâfirlerin elinden kurtarmak üzere Bektaş’ı görevlendirdiği, Bektaş’ın da bunları ezdiğini ve Haydar’ı kurtarıp bu kâfirleri Müslüman yaptığını öğreniyoruz. Bu tarih dışı iddiaların sonu yok; daha sonra Ahmet Yesevî’nin, seccadesini eline alıp huzuruna gelen Bektaş’a, “git seni Rum’a saldık” diyerek Anadolu’yu İslâmlaştırmaya gönderdiğini öğreniyoruz.

Tabii bunlar, resmi ihtiyaçlar doğrultusunda üretilmiş iddialardır.

Her şeyden önce Ahmet Yesevî‘nin yaşadığı zaman ile Hace Bektaş‘ın yaşadığı zaman arasında tahminen 100 yıl var. Diğer yandan 12 İmam soyu Araptır, oysa Bektaş-ı Veli Arap kö­kenli değil bir Türkmen velisidir. Bu anlamda da Vilayetname’nin bilgileri doğru değil. Vilayetname ile tarihe inip onu aydınlatacaklarını sananlar, tarihe değil efsaneler dünyasına inmiş olacaklardır. Kuşkusuz efsanelerden de tarihçilerin öğrenebileceği çok şey var; ancak bunlardan öğreneceğimiz tarihsel olgular değil, dönemin ve yazanın siyasal, kültürel dünyasıdır. Ancak onlardan bundan ötesini beklemek tarih yazıcısını ve ona inananları efsane kuyusunda boğar.

Yesevilik, özellikleri İslamlaşmanın henüz başarıya ulaşamadığı bir dönemin, İslam’la birlikte eski inançların da birarada yaşadığı bir geçiş dönemine denk düşüyor. Bizzat Yesevi, dönemin İslamcılarınca sapkın görülen, farzlara uymayan, haremlik selamlık ayrımına itibar etmeyen bir dönem bilgesi. Yesevi damar üzerinden sonradan İslamcılaşanlar Nakşibendiliği üretirken İslamcılaşmayıp kendi Alevi sentezini kuranlar ise Bâtıni tarikatlarla ilişkileneceklerdir. Bu anlamda Bektaş-ı Veli ile Yesevi arasında tarihsel-teolojik bir etkilenmeden söz edilse de organik bir bağdan kesinlikle söz edilemez. Aksine Bektaşilik açısından organik bir bağ, ancak Babailik ve Vefailik’le kurulabilir. Ki Bektaş-ı Veli’nin, Ede Bâli, Geyikli Baba vb. dönemin tüm erenleri gibi kendini Vefai gördüğü ve yine bir Vefai olan Baba İlyas’ın halifesi olduğu biliniyor. Fuat Köprülü’nün de işaret ettiği gibi, “Tacü’l-Arif’in lâkabıyla da tanınan Seyyid Ebu’l Vefa-yi Kürdî, Baba İlyas öncesi Batıni inanç ekolünün en büyük etkeni durumundadır.


Osman’a Elifi Taç Giydirmek!

Vilayetname’de Hacı Bektaş’ın, 1160’ta ölen Yesevî’den, gerçek dışı, tarih dışı bir şekilde ders aldırılması yetmezmiş gibi, bir de 1290’larda Osman Bey ile görüşen bir Bektaş ile karşı karşıyayız. Oysa ölümü 1271 olan Bektaş-ı Veli’nin Yesevî’nin yaşlılığına yetişmesi mümkün olmadığı gibi Osman’ın ilk iktidar dönemine yetişmesi de mümkün değil. Buna rağmen Osman Bey’e Elifi Taç giydirip kılıç kuşatan bir Bektaş’la karşı karşıyayız. Dolayısıyla bütün bu bilgilerden, Vilayetname’nin efsaneler dünyasına ilişkin bir anlatı olduğu sonucuna varıyoruz.

Vilayetname’ye göre Bektaş’ın Osmanlı kurucusu Osman Bey’le de aynı dönemde yaşadığını, onunla konuştuğunu, onu kutsadığını, “bizim yaptığımız gibi onu kâfire göndersin” diye Sultan Alaattin Keyhüsrev’e emir verdiğini, bunun üzerine “Osmanoğulları askerinin hiç bozguna uğramadığını” öğreniyoruz. Özetle Vilayetnamede, Alevilikteki Kızılbaş özellikleri de göremediğimiz gibi Hace Bektaş’a özgü pasifist, barışçı, öteki inançları bir gören anlayışları da göremiyoruz. Ama buna rağmen Hacı Bektaş’a gerçek dışı bir şekilde yüklenen bu Yeniçeri kuruculuğu ve ajitatörlüğü damgasını bir övünç vesilesi yapabilenler de olmaktadır:

“1339 yılında Bursa Atıcılar Meydanı’nda mahşeri bir kalabalık toplanmıştı. Bütün gönüller büyük önder Orhan Bey ile evliyalar bağr-ı başı, erenler başçeşmesi Hacı Bektâş-i Veli’nin muhabbetiyle dolanıyordu. Bursa tarihi bir an yaşıyordu. Orhan Gazi yeni bir ordu kurmak üzere, Türklüğün ikinci Nuh’u Hacı Bektâş-ı Veli’yi davet etmişti. Büyük Türk evliyasının görklü bakışıyla bütün kalpler fetholmuş genç ihtiyar çoluk çocuk in cin dağ taş istiklâle çıkmıştı. Hacı Bektâş-ı Veli, güzeşteleriyle beraber Bursa’yı şereflendirmişti. Gülbanklar dalga dalga semalara yükseliyordu. Allah Allah şayialarıyla yer gök dolmuştu. Hacı Bektaş-ı Veli alana ulu bir ateş yaktırmış, üstüne bir kazan oturtmuş, aş pişiriyordu. Hacı Bektâş-ı Veli ağır ağır doğrulmuş, sağ elini Bati istikametine çevirmiş, manen İstanbul’un, Kosova’nın, Belgrat’ın, Varna’nın, Budapeşte’nin fethini işaret ediyordu”. (26) Turgut Koca Baba’dan akt. Şevki Koca, Cem Dergisi, sayı 96, s. 26.


Bektaşiliğin İstismarı
Orhan Bey ile o, doğmadan ölmüş olan Bektâş-ı Veli’yi aynı sahnede oynatmak gibi maddî hatalar ve komik mizansenler bir yana, burada çizilen Bektâş-ı Veli portresinin, gerçeğinin tam karşıtı olmak üzere, İstanbul’dan, Belgrat’a, fetihten fetihe koşan (ve tabiî bunun kaçınılmaz sonucu, dönüp kendi halkına saldıran) bir Yeniçeri ağası portresi olduğu açıktır. Burada egemene, hele ki onun militarizmine yataklık yapan bir Bektaşîliğin, kaçınılmaz olarak kendi zıddına dönüşünün sonuçları ile karşı karşıyayız.

Bu efsaneyi esas alan Bektaşiliğin Osmanlıcı kanadı Babaganlığın son dedebabası Bedri Noyan da Hacı Bektaş’ın ölüm tarihini 1337 (738.H)’ye, yani ölümünden 66 yıl sonrasına kadar götürecektir; böylece Yeniçeri’nin bizzat onun tarafından kutsandığını ispatlamaya, Osmanlı iktidarının uzantısı bir Bektaşîlik anlayışını, bizzat Hacı Bektaş üzerinden meşrulaştırmaya çalışacaktır. Devşirme ve Yeniçeri zihniyetini Bektaşîlik görüntüsü altında günümüze taşımaya çalışan bu anlayış, aynı zamanda geleneğin önemli postnişini Kalender Çelebi’den de; “vatan bütünlüğünü tehlikeye atan” bir “asi” diye söz ederek, Osmanlı’yı “vatan” düzlemine yükselten bir anakronizm sergileyecektir. (B. Noyan Bektaşîlik ve Alevîlik, s.154, 115)

Benzer sorun alanları Makalat’ta da bulunmaktadır. Doğrudan Hacı Bektaş’a atfedilen Makalat’ın da gerçekte Hacı Bektaş’a ait olmadığı bir yana, tarikat kurmamış olan Hacı Bektaş’a tarikattan sözettirilmekte,

“Her ne ararsan kendinde ara
Mekke’de Kudüste Hacda değildir”

diyen bu inanç önderine Hac’cın farz olduğu söyletilmektedir (İ. Melikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, s.107).

Tıpkı Vilayetname’nin Hacı Bektaş’a bir paye olarak “hacı” yapmakta, hacca gitmiş göstermesi gibi. Nakşibendî Şeyhi Esat Coşan’ın, Makalat’tan hareketle Bektaş-ı Veli’nin ortodoks anlamda Müslümanlığını ‘ispatlaması’ da, bu tip sorun alanlarının istismar örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak kabul edilmelidir ki bu tarihe yönelik istismar örnekleri, sadece Coşan’da gördüğümüz gibi ‘dışarıdan’ yapılmamakta, Hacı Bektaş, ‘içeriden’ ve çok daha etkili istismar örnekleriyle karşılaşmaktadır.

______
 Aşığın hikâyesini durmaksızın feryat eden bülbüle değil, sessiz sedasız can veren pervanelere sor..
Ara
Cevapla
#4
Hacı Bektaş Veli Gerçeği

10464220_813945491962367_4500575722488314676_n.jpg

Eldeki en eski nüshanın üzerindeki tarih ve metin içine serpiştirilmiş Osmanlı yandaşlığı ‘Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’nin Kalender Çelebi başkaldırısından sonra yazıya geçirildiği ya da bu tarihten sonra son bir müdahale ile yeniden düzenlendiği ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

HACI BEKTAŞ VELİ GERÇEĞİ

Yüzyıllardan beri devasa bir sevgi ve saygı selinin muhatabı olmuş Hacı Bektaş Veli‘nin kimliği ve soyağacı hakkında bilinen, yazılan ve söylenenlerin tamamı çok fazla tekrarlandıkları için doğru kabul edilen fakat doğrulukları son derece tartışmalı, çok söylenmekten kalıplaşmış çok kanıksanmış ancak hiç sorgulanmamış derme çatma beş altı cümleden ibarettir.

Toplamda bir paragrafı doldurmayan Hacı Bektaş Veli’nin sözde soyağacı bilgilerinin kaynağı da ‘Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’ adı ile bilinen metindir. 


‘Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’nin ne zaman derlendiği ve derlendikten müdahaleye uğrayıp uğramadığı, uğradıysa da bu müdahalenin kaç kez ve hangi boyutlarda olduğu tam olarak bilinmiyor. Değişik araştırmacılar bu metnin ilk yazılış tarihini, on üçüncü yüzyılın ikinci yarısından başlayarak on beşinci yüzyılın ilk yarısına kadar uzanan geniş bir zaman dilimi içerisinde değişik zamanlara yerleştiriyorlar. 


Ağırlıklı görüş ‘Vilayetname’nin on üçüncü yüzyıl sonlarında ya da on dördüncü yüzyıl başlarında yazıldığı yönündedir; ancak elimizde Vilayetnamenin yazılış tarihini olabildiğince gerilere götürmeye çalışan bu zorlama tahminleri doğrulayacak hiçbir kanıt bulunmamaktadır; çünkü elimizdeki en eski Vilayetname nüshası 1624 yılına, Kalender Çelebi başkaldırısından yaklaşık bir asır sonrasına aittir. 


Eldeki en eski nüshanın üzerindeki tarih ve metin içine serpiştirilmiş Osmanlı yandaşlığı ‘Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’nin Kalender Çelebi başkaldırısından sonra yazıya geçirildiği ya da bu tarihten sonra son bir müdahale ile yeniden düzenlendiği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Kutsal kitabında Osmanlı’ya övgüler dizilen bir dergâhın Osmanlı ile böylesine büyük kavgalara girişmiş olması olasılığı yoktur. (Kanaatimizce bu işlemin Kalender Çelebi başkaldırısından yaklaşık otuz yıl sonra dedebaba olarak dergâha atanan Sersem Ali Dedebaba zamanında 1555 yılından sonra yapılmış olmalıdır.) 


‘Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’ nin üslubu ve içeriği ile tartışma götürmeyecek derecede Osmanlı yandaşıdır. Bu durum, bu eserin Osmanlı memurları tarafından Osmanlı çıkarları gözetilerek yazıya geçirilmiş olduğunun çok açık bir kanıtıdır. Bir Osmanlı propaganda kitapçığı olarak ele alındığında ‘Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’ adı ile bilinen eserin içinde barındırdıklarını bütünü ile doğru olarak kabul edebilmenin imkânı kalmaz. Öte yandan üzerine Osmanlı propagandasına havi bir elbise giydirilmiş olsa da nihayetinde ve temelinde bu metin halk arasında dolaşan Hacı Bektaş Veli’ye ait geleneksel bilgilerin derlenmesi ile ortaya çıkmıştır ve bünyesinde görmezden gelinemeyecek ve ihmal edilemeyecek derecede kıymetli bilgiler barındırmaktadır.


Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi görünen yüzü ile -zahirde- asla ciddiye alınmaması gereken resmi ruhsatlı bir devlet yalanı, gölgede kalmış tarafı ile -bâtında- son derece önemli gerçekleri çok zor koşullarda bünyesinde saklayarak bugünlere taşımayı başarmış eşine ender rastlanır bir eserdir.


‘Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’ içindeki sırlanmış gerçeklerin üzerindeki örtünün kalkabilmesi öncelikle Vilayetname’nin orasına berisine acemice ve futursuzca serpiştirilmiş yalanları aradan çıkarılmasına bağlıdır.‘Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’ içinde kutsal bir bilgi gibi okuyucuya sunulan iki büyük yalan vardır. Bu yalanıları Vilayetnamenin sayfaları arasından ayıklayıp, uzaklaştırmadan gerçeğe ulaşmak için yapılacak bütün çalışmalar daha başlangıçta sonuçsuz kalmaya mahkûm olacaktır.


Anadolu ve Balkanlar’daki Alevi zümrelerini Osmanlı devlet safına çekmek amacı ile, ve Osmanlı İmparatorluğunun arzu ve ihtiyaçlarına göre kaleme alınan/ya da yeniden düzenlenen Vilayetname’de Hacı Bektaş Veli’nin çocukluğundan başlayarak tüm yaşamı uzun uzun nakledilir. Vilayetname’ye göre Hacı Bektaş Veli yedinci imam Mûsa-l Kazım’ın üçüncü kuşaktan torunu bir Arap soylusudur, altı aylıkken şehadet getirmiş, çocukken kuran okumayı öğrenmiş, hacca gitmiş, ömrü boyunca namazından geri durmamıştır.


İmam Mûsa-l Kâzım 799 yılında vefat ettiği biliniyor. Eldeki bütün veriler Hacı Bektaş Veli’nin 1270- 1271 yılları arasında hayata gözlerini yumduğunu gösteriyor. Abdülbâki Gölpınarlı‘nın çok yerinde tespit ettiği gibi: “Bu tarihle, İmam Mûsa-l Kâzım’ın vefatı arasında tam beş yüz altmış beş yıl vardır ki; bu kadar yılın içinde Hacı Bektaş’la i Mûsa-l Kâzım arasında ancak üç kişinin bulunması mümkün değildir.” Hacı Bektaş Veli’yi İmamlar soyuna bağlamak için Vilayetnamede yazılanların tamamen uydurma olduğu en başından bellidir. Vilayetnamenin sayfaları arasına sıkıştırılmış ilk büyük yalan budur.


İkinci büyük yalan Hacı Bektaş Veli’nin Türkistanlı Ahmet Yesevi‘nin halifesi ve müridi olduğudur. Vilayetname’ye göre Hacı Bektaş Veli gençlik yıllarında Türkistan’da bulunmuş ve Hoca Ahmet Yesevi’nin hizmetine girmiştir.


Vilayetname’de Hacı Bektaş Veli’nin Ahmet Yesevi ile olan ilişkisi Hacı Bektaş Veli’nin Türkistan’a yaptığı ziyaret ile başlatılır. Hoca Ahmet Yesevi çok sevdiği ve güvendiği Hacı Bektaş Veli’yi esir olan oğlunu kurtarması ve öc alması için kafirlerin üzerine savaşa gönderir. Hacı Bektaş Veli Ahmet Yesevi‘nin oğlunu kurtarıp, kafiri kırıp kanını yere saçıp, Bedehşan ilini fethettikten sonra Ahmet Yesevi onu ”Git seni Rum’a saldık; Sulucakarahöyük’ü sana yurt verdik” diyerek Anadolu’ya salar.


Hacı Bektaş Veli Ahmet Yesevi‘nin Anadolu’ya gelerek Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey’i önünde diz çöktürür ‘Elif Tac’ giydirir ve Selçuklu Sultanı Alaattin Keyhüsrev’e haber göndererek Osman Bey’e makam (beylik) verilmesini buyurur.


Vilayetname’ye göre Hacı Bektaş Veli Osmanlı Padişahı Sultan I.Murat zamanında hayata gözlerini yumar ve I. Murat tarafından yaptırılan türbesinde ‘sır’lanır.


Türkistanlı Ahmet Yesevi 1160 yılında öldü. Hacı Bektaş Veli onu ziyaretinde ve onun adına savaşlara katıldığında, yirmili yaşlarında olduğunu varsayarsak, Hacı Bektaş Veli’nin 1160 yılından önce yirmili yaşlarına ulaştığını kabul etmemiz gerekir. Bu durumda Hacı Bektaş Veli’nin doğum tarihi 1130, 1140 arasında bir zamanda olmalıdır. Öte yandan yine Vilayetname’de Hacı Bektaş Veli Sultan I. Murat‘ın saltanat yıllarında Hakka yürüdüğü öne sürülür ki bu da 1362-1389 yılları arasıdır. Vilayetname’de yazılan Hacı Bektaş Veli’nin yaşam öyküsünü doğru kabul edecek olursak Hünkâr’ın iki yüz elli yıl gibi hiçbir insana nasip olmamış çok uzun bir yaşam sürdüğüne de inanmamız gerekecektir.


Hacı Bektaş Veli iki yüz elli yıl yaşamadı. O Ahmet Yesevi’nin ölümünün üzerinden kırk yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra dünyaya geldi. Hacı Bektaş Veli ile Türkistanlı Ahmet Yesevi‘nin yolları hiç bir zaman kesişmedi.


Bu kurgu, kurgu olduğu kadar da acemi işi senaryo, bizleri Hacı Bektaş Veli’nin yaşam öyküsü olarak Vilayetname’de yazılanların bütünüyle düzmece olduğuna ve onun asıl kimlik bilgilerinin bir ‘sır’ olarak saklandığına ikna edecek kadar güçlü bir delildir. Karahöyük dergâhının 1240’lı yıllarda Hacı Bektaş Veli eli ile kurulduğu ve bu ünlü Alevi mürşidinin Türkistanlı Nakşibendi şeyhi Hoca Ahmet Yesevi’nin icazetli halifesi ve yedinci imam Musa-l Kazım’ın üçüncü kuşaktan torunu olduğu, tartışılmaz doğrularmışcasına kuşaklar boyu anlatıldı belletildi.


Zamanla eklemeler ve çıkarmalarla tahrif edilmiş de olsa da, ’Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’ tüm Alevi topluluklarının kutsal saydığı bir metindi. İçinde yazılanlar onu sevenler tarrafından pek sorgulanmadı. Hacı Bektaş Veli’ye atfedilen akıldan ve izandan yoksun yaşam öyküsünün Vilayetname’nin kutsal satırlarının arasına yerleştirilmesi yüzyıllar boyu bu bilgilerden şüphe edilmesinin önüne geçti. Ucuz bir yalan ruhani bir koruma kalkanının ardına saklanıp yüzyıllar boyu gerçekmişcesine itibar gördü .


Osmanlı’nın yazıcıları Vilayetname’yi kaleme alırken (ya da bu metni yeniden düzenlerlerken yaptıkları eklemeler ve çıkarmalar esnasında) Hacı Bektaş Veli’nin kimlik ve aile bilgilerinin ortadan kaldırdılar. Onun soy ağacı bilgileri ile mensup olduğu geleneğin köklerini bir yanından Arap Çölleri öte taraftan Asya’nın bozkırlarına taşıdılar. Hacı Bektaş Veli‘nin Baba İlyas ayaklanmasına katılanlardan olduğunu, -Aşıkpaşazade, Elvan Çelebi ve Eflaki gibi kaynaklarda ifade edildiği gibi- Malya bozgunundan kurtulduktan sonra Karahöyük’e sığındığı, Babai geleneğinden geldiği gerçeğini ustaca gözlerden kaçırdılar. Hacı Bektaş Veli’yi kendi gerçekliğinden uzak ve çok farklı bir ‘fiktif efsane’ haline getirdiler.


Osmanlı’nın buradaki temel amacı ocak sistemine ve dedelik kurumuna bağlı Alevileri dergâhlarından, ocaklarından ve pirlerinden ayırarak kendisine bağlı ‘Osmanlı Alevileri’ne dönüştürebilmekti. Bu başarıldığı takdirde Osmanlı ülkesindeki Alevi zümreleri sürekli olarak devletle çatışan isyancılar olmaktan çıkacak, devletin uslu vatandaşları olarak, Nakşibendi şeyhi Hoca Ahmet Yesevi‘yi asıl pir kabul eden Sunni İslam geleneğin uysal üyeleri haline geleceklerdi.Vilayetname’de Osmanlının ihtiyaçları doğrultusunda yazdırılmış, ispatsız, desteksiz ve izansız bölümleri tarihi gerçekler olarak kabul eden ve bunun üzerinden kendini inşa eden bilimsel ciddiyetten ve akademik ahlaktan yoksun resmi tarih tezi dört yüz elli yıl boyunca, çok geniş çevreler tarafından beslenilmiş, savunulmuş ve yayılmış olmasına rağmen artık inanırlığını yitirmiştir. Tarih araştırmaları, arkeolojik bulgular, Alevi sözlü geleneği ve Alevi toplumsal hafızası Aleviliğin Hacı Bektaş Veli’den önceki tarihini karartıp Alevileri asıl geçmişlerinden kopartmak üzere dört yüz elli yıl önce devlet dili ile söylenip, devlet eli ile yazıya geçirilmiş bu yapma tarih tezine itibar edilmesini zorlaştırıyorlar.


Vilayetname’ye Hacı Bektaş Veli’nin yaşamı ve soy ağacı ile ilgili yapılan eklemelerin bir tarih değil, tarihi alt-üst etmek üzere Osmanlı tarafından bir türlü sonu gelmeyen isyanların ruhani merkezini içten yıkmak amacı ile kaleme alınmış bir ‘münasebetsiz senaryo’ olduğu çok belirgindir. Osmanlı’nın Hacı Bektaş Veli adı üzerinde kurguladığı düzmece Alevi tarihi, bir iktidar aracı olarak yüzyıllar boyu çok işe yaradı, tahminlerden ve tahammülden uzun hüküm sürerek Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine miras olarak aktarıldı.Genel olarak Hacı Bektaş Veli’nin 1209/1210 -1270/1271 yılları arasında yaşadığı, 1240 yılında ortaya çıkan ünlü Babai isyanına katıldığı ve Babailerle aynı sosyal çevreden olduğu kabul edilmekle birlikte onun tarihsel kişiliği hakkında elimizde onun çağından kalma yok denecek kadar az tarihi kayıt vardır. Vilayetname’de onun yaşamı budur diye önümüze konulan ‘münasebetsiz senaryo’ da bir kenara bırakakıldığında, Hacı Bektaş Veli’nin gerçek tarihsel kimliği tam bir belirsizlik içinde kalır.


Hacı Bektaş Veli’nin adının geçtiği en erken iki belge 1295 ve 1297 tarihli iki vakfiye senedidir. Bu iki vakıf senedinde Hacı Bektaş Veli’nin sadece ismi anılmakta, onun hakkında hiçbir bilgiye yer verilmemektedir.


Bunun dışında Baba İlyas‘ın ikinci kuşak torunu Elvan Çelebi’nin (Ölümü 1359) yazdığı ‘Menakıbu’l Kudsiyye’ adlı eserde Baba İlyas‘ın halifeleri sayılırken Hacı Bektaş Veli’nin adı da geçmektedir. Eflaki’nin 1353 yılında tamamladığı ‘Menakıb’l-Arifin’ adlı yapıtında onunla ilgili ilk bilgilere ulaşırız. Bu eserde de onun hakkında aktarılanlar son derece sınırlıdır. Eflaki Hacı Bektaş Veli’nin Baba İlyas‘ın halifelerinden biri olduğunu onaylar ve onun sırlara vakıf olmuş ve aydınlanmış biri olduğu ancak İslamiyetin kurallarını tanımadığını yazar.

‘Osmanoğulları’nın Tarihi’ adlı 1478 yılında yazdığı eserinde Aşık Paşazade, Hacı Bektaş Veli’nin hiçbir Osmanlı padişahı ile birlikte bulunmadığını, Kardeşi Menteş ile birlikte Horasan’dan Anadolu’ya geldiklerini, 1240 yılında başgösteren Babai isyanında Baba İlyas saflarına katıldıklarını, kardeşinin Sivas’ta şehit olduğunu bilgilerini verdikten sonra sözlerini ‘Hacı Bektaş sırrını, keşif ve kerametlerini her nesi varsa Hatun Ana’ya emanet etti. Kendisi meczup bir derviş idi; şeyhlik ve müridlikten uzaktı’ diyerek tamamlar.

Aşık Paşazade’nin ‘Osmanoğullar’nın Tarihi’ni Hacı Bektaş Veli’nin varsayılan ölüm tarihinden (1270/1271) iki yüzyıldan fazla bir zaman geçtikten sonra yazdığı göz önünde alıp, onu ‘tarihsel tanıklar’ listesinden çıkardığımızda elimizde Hacı Bektaş Veli’nin yaşadığına şahitlik edecek Eflaki‘ye ait birkaç cümleden ve iki vakıf senedinde yer alan Hacı Bektaş isminden başka hiçbir şey kalmaz. Bu durum doğal olarak onun tarihsel kimliği üzerinde çalışan araştırmacıları onun asıl kimliği konusunda derin kuşkulara sürüklemiştir.

İrene Melikoff ‘Hacı Bektaş-Efsaneden Gerçeğe’ adlı araştırmasında Elvan Çelebi‘nin eserinde Hacı Bektaş Veli’nin adının geçmesini Hacı Bektaş Veli’nin yaşadığının delili olarak kabul etmekte fakat ‘milyonlarca inananın -Türk halkının üçte birinin himmet umduğu Hacı Bektaş’ın tarihsel gerçekliği ile ancak pek az bir benzerliği vardır; ve belki de aralarında hiçbir benzerlik bulunmamaktadır’ diyerek, tarihte bir Hacı Bektaş yaşamış olsa bile milyonlarca Alevinin inandığı haliyle bir Hacı Bektaş Veli’nin aslında hiç var olmadığını oldukça dikkatli bir üslupla ima etmektedir.

Benzer biçimde F.W.Hasluck da 1929 yılında yayınlanan ünlü ‘Christianity and İslam under the Sultans’ adlı eserinde Hacı Bektaş Veli’nin hiçbir tarihsel gerçeği olmadığını, Hacı Bektaş Veli’nin bir kabilenin din büyüğü olduğunu, Bektaşi tarikatı ile bir ilgisinin bulunmadığını, onun isminin bir ‘tarikat markası’ olarak sonradan ve rastgele seçildiğini, hatta kendisinin yaşayıp yaşamadığının bile şupheli olduğunu öne sürmüştür.

Vilayetname’de anlatılan ve yüzyıllar boyu yaygın olarak kabul edilen Hacı Bektaş Veli imajı on altıncı yüzyıl başlarında ortaya konmuş bir Osmanlı projesiydi. Bu proje Osmanlı sultanının Balım Sultan‘ın Hacı Bektaş Dergâhına ‘dedebaba’ olarak ataması ve Hacı Bektaş Veli dergâhının ‘serçeşme’ nitelemesi ile öne çıkarılması ile başlatıldı. Projenin amacı Hacı Bektaş Veli ocağı başta olmak Balkanlar’da ve Anadolu’da yaygın olarak faaliyet gösteren ve İmparatorluk sathına yayılmış Alevi topluluklarının yönetimini ve denetimini elinde bulunduran tüm Alevi ocaklarını, İstanbul ataması, ‘Osmanlı devlet memuru’ bir dedebabanın yönetiminde bir dergâha bağlanmasıydı. Bu suretle Osmanlı, ülke sathına yayılmış Alevi topluluklarını, ‘isyan odağı’ ve ‘nifak yuvası’ haline gelmiş Işık tekkelerini ve derviş cemaatlerini kendisine bağlı denetlenebilir ve yönlendirilebilir bir üst yapının şemsiyesi altında toplayacaktı.

Osmanlı bakış açısından ele alındığında, bu bir ‘akıllı proje’ idi. Bu ‘akıllı proje’yi hayata geçirmek için Osmanlılar saygın bir Alevi mürşidinine ait tüm kimlik bilgilerini ortadan kaldırdılar ve onun ile bağlı bulunduğu köklü gelenek arasındaki bağları koparıp attılar, ona ait tüm gerçekleri imha ettiler. Onun adını taşıyan ama esasta onunla hiçbir ilgisi bulunmayan Osmanlı’nın emellerine hizmet eden yeni bir Hacı Bektaş Veli yarattılar.

Bu noktada Melikoff ve Hasluck tespitleri son derece isabetli olduğunu belirtmek zorunluluğu vardır. Gerçekten de bir Osmanlı kamuoyu inşa girişimi olarak on altıncı yüzyılda başlatılan projenin merkezine yerleştirilen Hacı Bektaş Veli aslında hiç var olmadı. Yedinci İmam Musa-i Kazım’ın soyundan gelen, altı aylıkken şehadet getiren, çocukken kuran okumayı öğrenen, hacca giden, ömrü boyunca namazından geri durmayan, Ahmet Yesevi’nin müridi olan, onun emri ile kafirlerle cenge tutuşan, Osman Bey‘e ‘elif tac’ giydiren Hacı Bektaş Veli tamamen kurgu bir şahsiyettir, Osmanlı imalatı bir ‘fiktif efsane’dir ve hiç yaşamamıştır.

Osmanlılar’nın Hacı Bektaş Veli’nin adınını kullanarak yarattıkları tarihi gerçeklerle ilgisi olmayan ‘fiktif efsane’yi ortadan kaldırdığımızda geriye ne kalır?

– Aşık Paşazade’nin dediği gibi ‘meczup bir derviş’ mi,

– Melikoff’un ifade ettiği gibi tarihsel gerçekliği ile arasında hiçbir benzerlik bulunmayan biri mi,

– ‘Hasluck’un iddia ettiği gibi yaşayıp yaşamadığı dahi belli olmayan olmayan rastgele seçilmiş ve tesadüfen marka olmuş bir isim mi?

Beş yüz yıl boyunca ülkenin her yanında bıkmadan usanmadan aralıksız tekrar edilmiş o büyük yalan ortadan çekildiğinde ne olur?

-Taşlar yerine oturur ve yalana hürmet etmeye, hurafeden himmet beklemeye programlanmış kalabalıklar içinde kayboldukları büyük bir boşluktan kurtulurlar mı?


-Büyük kalabalıkların ruhundaki kemikleşmiş dengeler sarsılır ve büyük bir kaos mu başlar?Hemen ifade etmek gerekir ki; Efsane zannedilen, Aleviliği kendi vatanından koparıp, Asya bozkırlarına ve Arabistan çöllerine taşımaya programlanmış o derme çatma hurafe yıkılırken Anadolu’nun asıl efsanesinin bütün ihtişamı ile yeniden geriye dönüşü başlar. Üzerimize yeni bir güneş doğar, gözlerimiz kamaşır.

Aşık Paşazade‘nin de Melikoff‘un da, Hasluck‘unda konuyu anlamanın çok ama çok uzağında kaldıkları ortaya çıkar.Anadolu Anadolu olalı beri, bu topraklar üzerinde onun kadar hürmet gösterilen onun kadar sadakatlla bağlı kalınan ve onun kadar sevilen pek az kişi olmuştur. Bu sevgi, saygı ve sadakat seline rağmen Hacı Bektaş Veli ‘sakıncalı mahpus’ olarak resmi tarihin karanlık hapishanesinde beş yüzyıldır tutukludur. Bugün aramızda Hacı Bektaş Veli kimliği ile serbestçe dolaşan hiç yaşanmamış bir hayatın, hiç varolmamış bir öznesidir. O ortadan çekildiğinde gerçeklere giden yolun üzerindeki koca bir engel ortadan kalkmış olur.

O ulu bir mürşittir. Anadolu ve Balkan Aleviliğinin simgesi ve serçeşmesidir. Onun için yaşamadı demek asla mümkün değildir. Hacı Bektaş Veli yaşadı. O omuzlarına yüklenen çok ağır ve çok soylu bir misyonu tamamladıktan sonra kutlu hikayesiyle birlikte ‘sır’ oldu, gitti. ‘Sır olma makamı’ yokluk hali değildir. ‘Sır olma makamı’ uygun zamanda geri dönmek üzere ortadan çekilme halidir. O muhteşem hikâyesiyle elbet tekrar aramıza dönecektir.

Osmanlı’nın gözümüzün önüne diktiği aldatıcı yön levhalarının kılavuzluğuna itibar edip, Hacı Bektaş Veli’yi yüzyıllar boyu Arap çöllerinde, Asya’nın hiç bilmediğimiz steplerinde aradık. Halbuki o, bu coğrafyanın malı ve bu ülkenin kıymetlisidir. Hacı Bektaş Veli’yi yeniden tanımlamak, onun kendi kimliği ve tüm gerçekliği ile varlık sahnesine yeniden çıkarmak, iki temel disipline riayet ile mümkündür.

– Hacı Bektaş Veli’nin izlerinin aramasına, bu izler nerede kaybedilmişse, oradan başlamak.

– Hacı Bektaş Veli’yi yalnızlaştırmadan onu kendi adı ile anılan dergâhın tarihinden, ve geleneğinden koparmadan, onu misyonu ve çevresiyle birlikte bir bütün olarak ele almak.

Osmanlı Hacı Bektaş Veli’nin izlerini ‘Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’ adı verilen metnin sararmış sayfaları arasında yok etti. Vilayetname’nin tozlu yapraklarında yapılacak dikkati bir incelemede Osmanlı’nın Mürşit’e giden izlerin tamamının üzerini örtemediği görülecektir. Gerçek Hacı Bektaş Veli’ye giden doğru yolun başlangıcı tam da burasıdır yani izlerin kaybolduğu yerdir.

‘Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’ içinde ‘mana dili’ ile kayda geçmiş, ehil olmayanın göremeyeceği bizleri gerçeklerle yüz yüze getirecek olan pasajların derin anlamlarını daha rahat kavrayabilmek için öncelikle Hacı Bektaş Veli Dergâhının geçmişi, misyonu ve ilk sahipleri hakkında zihinlerin arındırılması ve belleğimizin tazelenmesi gerekecektir.
______
 Aşığın hikâyesini durmaksızın feryat eden bülbüle değil, sessiz sedasız can veren pervanelere sor..
Ara
Cevapla


Hızlı Menü:


Şu anda bu konuyu okuyanlar: 1 Ziyaretçi

Online Shopping App
Online Shopping - E-Commerce Platform
Online Shopping - E-Commerce Platform
Feinunze Schmuck Jewelery Online Shopping