Konuyu Oyla:
  • Toplam: 0 Oy - Ortalama: 0
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Halveti Tarikatı (Halvetilik)
#1
halveti-tarikati.jpg


Halvetin tarihi konusunda, bir çok mutasavvıfın kabul ettiği olay, Hz. Peygamber'in, bi'setten önce Hıra Mağarası'ndaki ibadeti ve yaşantısıdır. Bilindiği gibi Hz. Peygamber, vahye hazırlanış devresinde tam bir halvet hali yaşamaktaydı.

Hz. Peygamber'in Hira'daki uygulamasını esas alarak, mutasavvıflar halveti, sünnet olarak kabul ederler. Aslında mutasavvıfları, halvet konusunda etkileyen ve fıkıh kitaplarında bir ibadet biçimi olarak ele alınmış bir diğer uygulama da, İtikaf meselesidir. "Mescit hükümünde özel bir mekanda ibadet niyeti ile bir müddet bulunmak" şeklinde tarif edilen itikaf, Hz. Peygamber'in Medine döneminde hayatının sonuna kadar yapmaya devam ettiği, sünnet-i müekkede kabul edilen bir uygulamadır.

İslam tasavvufundaki halvet ve uzlet, bir süluk metodu olup, zaman açısından sınırlıdır. Özellikle de, kırk gün olduğu için "çile" kelimesiyle karşılanmıştır. Hıristiyanlıktaki ruhbaniyete gelince, Allah'a ulaşmak için hayattan ve insanlardan tamamen kopmaktır. Bu nedenle İslam tasavvufundaki halvet anlayışının ruhbanlık anlayışı ile hiç bir alakası yoktur.

Halvet, bir tarikata ad olarak ortaya çıkmadan önce, diğer bir çok mutasavvıf tarafından uygulana gelmiştir. Bilindiği gibi İmam-ı Gazali, hakikati arama süreci sonunda tasavvufta karar kılmış ve içine düştüğü entellektüel krizden, halvetle kurtulmuştur. İmam-ı Gazali, yaklaşık on yıl insanlardan ayrı halvet hali yaşadığını ve o yalnızlıklar esnasında kendisine çok şeylerin malum olduğunu belirtir.

Yaklaşık aynı dönemde, Mevlana Celaleddin Rumi de, başlangıçta halvete girmiş ve bir çok erbain çıkarmış, Şems-i Tebrizi ile karşılaştıktan sonra halveti terk edip, celveti tercih etmiş, halkın arasına karışmıştır. Halvetiliğin bir uzantısı olan Bayramiye Tarikatında da, bu tarikatın esasını teşkil eden halvetin önemini koruduğunu ve Hacı Bayram Veli tarafından bizzat uygulanmıştır.

Tasavvuf tarihinde, en yaygın ve etkin tarikatlardan Nakşibendiyye Tarikatında ilk dönemlerde görülmemekle birlikte, Mevlana Halid Bağdadi'den sonra, Halidiyye kolunda da halvet uygulanmıştır.

Mutasavvıf olan Niyazi-i Mısri tarikat isimlerini birer izafet olarak görür. Niyazi-i Mısri, bu konuda, "her kim izafetleri düşünerek, dar beşeriyyet yurdundan, Allah'ın geniş arzına hicret ederse ona ya nebi, ya rasül, ya veli denir. Fakat; henüz oraya kavuşmayan, yolda bulunan kimseye ya Halveti, ya Celveti, ya Kadiri, ya Mevlevi, ya Nakşibendi denilir. Yollar mahlukatın nefesleri sayısınca çoktur. Ehl-i tarik birbirine tercih edilemez." diye buyurmaktadır. Bu manada iştihat kapısı da kıyamete kadar açıktır. Zira bütün nehirlerin, derelerin ve akarsuların denize aktığı gibi bütün tarikatlarin gayret ve yönelişleri Hakk'a ulaşmak içindir.

Her ne kadar Halveti Tarikatı'nın kurucusu Ömer Halveti olsa da Halveti Tarikatı'nın genişleyip yayılmasını sağlayan Pir-i Sani Seyyid Yahya Şirvani 'dir. Çünkü Halvetilikte ilk defa halifeler yetiştirip, başka memleketlere göndermiştir. Yahya Şirvani etrafında on bin kadar mürid toplayıp onları yetiştirerek tarikatın yayılmasında, öncü olmuştur. Halveti Tarikatı'nın kollara ayrılması Yahya Şirvani'den sonra başlamıştır. Halveti silsilesinde ehlibeytin ve özünde "ehlibeyt" sevgisinin olması, tarikatın en önemli özelliklerindendir.

Seyyid Yahya Şirvani'nin yetiştirdiği halifelerden bazıları, Anadolu'ya gelmişler ve Halvetiliği Osmanlı toplumunda yaymışlardır. Bunlar: Pir Muhammed Erzincani, Dede Ömer Ruşeni Molla Ali Halveti ve Habib Karamani 'dir.

Seyyid Yahya Şirvani'den hilafet alıp, Anadolu'ya tarikat faaliyetlerini sürdürmek için gelen bu zatların vefat tarihleri göz önünde bulundurulduğu zaman, Halveti Tarikatı'nın, Osmanlı topraklarında XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yayılmaya başlamıştır.

Osmanlı topraklarında Halvetiliğin ilk filizlendiği merkez, Pir İlyas Halveti ve Zekeriya Halveti gibi üstün özelliğe sahip şahsiyetlerin çabasıyla, Amasya olmuştur. Pir İlyas'ın Şirvan'dan dönmesiyle, Amasya'da ortaya çıkan Halveti Tarikatı mensuplarını marifet ilmine teşvik etmiş, bu şekilde halkın hüsn-ü kabulüne mazhar olup, çabucak yayılmıştır.

Amasya'da Halveti Tarikatı'nın bu şekilde yayılması, daha sonra Çelebi Halife namıyla anılacak ve Osmanlı Tarihinde Halvetiye'nin en parlak dönemini yaşatacak Şeyh Mehmed Cemaleddin Aksarayi (Çelebi Halife)'nin yetişmesini sağlayacaktır. Çelebi Halife, Aksaray'da doğmuş ve tahsilini Aksaray, Konya ve İstanbul' da tamamlamıştır. Önceleri Tokat'a giderek Şeyh Tahiroğlu adında bir şeyhin manevi terbiyesi altına girerse de şeyhin vefatıyla birlikte, Seyyid Yahya Şirvani'den istifade etmek için Şirvan'a doğru yola çıkar. Yolda uğradığı Erzincan'da Pir Muhammed Erzincani ile görüşür. Oradan Şirvan'a doğru yola koyulur. Ancak iki gün sonra, yolda Yahya Şirvani'nin vefat haberini duyar. Bu haber üzerine tekrar Erzincan'daki Pir Muhammed Erzincani'nin yanına dönerek, orada sülukunu tamamlar ve Şeyhi tarafından Anadolu'ya irşatla vazifelendirilir.

Çelebi Halife, Halveti Tarikatı'nın Osmanlı Ülkesindeki en önemli şeyhidir. Aynı şekilde o dönemde İslam aleminin kültür merkezi haline gelen İstanbul; tarikatını yaymak için en müsait ortam olacaktır. Padişahla birlikte Amasya'dan gelen Koca Mustafa Paşa, vezirliğe yükselir. Aynı zamanda Çelebi Halife'ye bağlı bulunan bu zat, Şeyhe külliye yapmak üzere Bizans'tan kalan Kızlar Kilisesi'ni padişahtan ister. 1486 yılında Koca Mustafa Paşa, oraya 40 hücreli büyük bir külliye, cami, imaret, mektep, medrese, hamam ve tevhidhane yaptırır. Yapılan bu Koca Mustafapaşa Dergah'ı, İstanbuldaki İlk Halveti Tekkesidir.

Çelebi Halife, bu dergahta yaklaşık 10-11 sene Halveti Tarikatı'nı yayar ve derviş yetiştirir. Osmanlı topraklarında Halvetiliğin yayılması ve yerleşmesine emeği geçen Çelebi Halife Hac yolunda vefat eder. Çelebi Halife ile birlikte yayılan ve yerleşen Halveti, ondan sonra halifelerinden Sünbül Sinan, Merkez Muslihiddin Efendi tarafından devam ettirilir ve onlardan sonra bir çok kol ve şubelere ayrılarak, asırlarca Türk Milleti'nin dini ve sosyal hayatında yer alır.

İbrahim Zahid Geylani'de "Zahidiyye" adıyla anılan tarikat, ondan sonra Şeyh Ahi Muhammed Harezmi ile Halveti adıyla devam ederken, Şeyh Safiyyüddin Erdebili ile Erdebiliyye ya da Safeviyye şeklinde yeni bir kola ayrılır. Şeyh Safiyyüddin'in yedinci İmam Musa Kazım'ın torunlarından olduğunu ve Safevi Tarikatı silsilesinde Musa-ı Kazım yer almıştır. Aynı şekilde, aynı silsileye sahip Halvetiye Tarikatı'nda Musa-ı Kazım dahil, ehlibeyt imamlarının zamanla silsileden silindiğini görüyoruz.



Halvetiliğin Türk Toplumundaki Yeri

Diğer taraftan, Osmanlı padişahlarının yirmi birinin Halvetiye Tarikatına mensub bulunması, bu tarikatın hem keyfiyet, hem de kemiyet açısından, Osmanlı toplumunda etkin olduğunu göstermesi yönüyle mühimdir. Osmanlı padişahlarının bu tarikata mensubiyetleri kesin olmasa bile, Yükseliş Dönemi padişahlarının çoğunun yanında bir Halveti şeyhinin yer alması, bu görüşü genel anlamda destekler mahiyettedir.

Halveti şeyhi Çelebi Halife'nin II. Bayezid'le iyi ilişkileri, hatta onun sohbetlerine devam etmesi, Sünbül Sinan Efendi ile Yavuz Sultan Selim'in görüşmesi ve ona oldukça saygılı davranması, Merkez Muslihiddin Efendi'nin, Kanuni Sultan Süleyman'ın yanında savaşlara katılması gibi bir çok olaylar, özellikle Yükseliş Döneminde padişahlarla, Halveti şeyhleri arasında çok sıkı bir ilişkinin var olduğunu ispat eder.

Halvetiye Tarikatı sadece Osmanlı Padişahları değil, siyaset, askerlik, fikir ve sanat dünyasının önde gelenlerinin de, bu tarikattan doğrudan veya dolaylı olarak feyz aldıklarını görüyoruz. Bunlardan Büyük Cevdet Paşa, Namık Paşa, Şam Valisi Hacı Ali Paşa gibi bir çok devlet adamının etkilendiğini görüyoruz.

Görüldüğü gibi Halvetilik gerek keyfiyet, gerekse kemiyet olarak Türk insanını ve toplumunu en fazla etkilemiş bir tarikat olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca Halvetilik sadece Anadoluda değil, diğer bir çok İslam ülkesinde de yaygın tarikatlar arasına girmiştir. İbrahim Gülşeni tarafından Kahire'de kurulan zaviye ile birlikte Mısır'da en yaygın tarikatlar arasındadır.

Oradan da, aynı kanalla Sudan,Mağrib ülkelerinden Cezayir, Tunus'da ve Hicaz bölgesinde yayılmıştır. Bu kanaldan Afrika'nın iç kesimlerinde yayılan Halvetiye kolları, İslam'ın yayılmasında önemli bir rol üslenmişlerdir.

Yine bu tarikat Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, Eski- Yugoslavya (bugünkü Bosna-Hersek Cumhuriyeti'nde) ve Uzak-Doğu ülkelerinden Endonezya'da oldukça yaygın olduğu görülmektedir.



Halvetiye Tarikatı Kolları

Halvetiye tarikatı dört kola ayrılmıştır. Bu kollardan da pek çokğu beler çıkmışın. Tarikatın bilinci kolu Ömer Ruşeni ile başlayan Ruşeniye koludur. Dede ömer dinlidir. Tebriz’de i487’de vefat etmiştir.
 
İkinci kol Cemaliye koludur Çelebi halife diye bilinen Amasyalı Celaleddin Aksarayi tarafından kurulmuştur. 1494’te Şam’da vefat eden Aksarayi bir ara İstanbul’a da gelmiş, Kocamustafapaşa’da cami, medrese, hamam ve imaret kurmuş, görüşlerini yaymıştır. Kocamustafapaşa’da türbesi bulunan ve halk tarafından büyük bir veli olarak kabul edilen Sünbül Sinan, Halvetiliğin Cemaliye kolunun Sünbüliye şubesini kurmuş, 1530’da İstanbul’da vefat etmiştir.

Halvetiye’nin Cemaliye kolundan ayrıca Şabaniye, Nasuhiyye ve İbrahimiye şubeleri doğmuştur. Bu sonuncusunun kurucusu Kuşadalı İbrahim’dir. Aksaray’daki dergahının yanması üzerine sultan II. Mahmud, dergahı yeniden yaptırmak istemiş, bunun üzerine Kuşadalı, “Dergahlardan feyiz çekildi, gereksiz masraf olur” diye karşı çıkmıştır. 1848’de vefat etmiştir.

Halvetiye’nin üçüncü kolu Şemseddin Ahmed’in kurduğu Ahmediye’dir. Bu koldan çıkan şubelerin en ünlüsü Cerrahiye‘dir. Nureddin Cer­rahi tarafından İstanbul’da kurulmuş ve yayılmıştır. Ahmediye kolunun en önemli şubesi ise Niyazi-Mısrî tarafından kurulan Mısrıyye’dir.

“…Türk sûfi şairlerinden Niyazi, 1027 Rebiülevvelinin on ikisinde (1618) Malatya’nın Soğanlı köyünde doğmuştur. Babası Nakşibendi Ali’dir. Niyazi, kardeşi Ahmed’le Tahsile başladıktan sonra Halveti şeyhlerinden Malatyalı Hüseyin’e mürit olmuştur. 1048’de (1638) Diyarbakır, Mardin, Bağdat ve Kerbela’ya giderek dört yıl kadar kaldıktan sonra Mısır’a gitti; orada kadiri tarikatına girdi; aynı zamanda Ezher’de tahsiline devam etti. Dört yıl sonra 1056’da (1646) gördüğü bir rüya üzerine İstanbul’a gelip Sokullu Mehmed Paşa Medresesi’nde bir hücrede irşada başladı ki bu hücre, yakın zamanlara dek, belki de hâlâ Niyazi hücresi diye anılır ve ziyaret edilir. İstanbul’dan Bursa’ya giden Niyazi, Veledienbiya Camii kayyımı Ali dedi’nin evinde ve cami yakınlarındaki medresede kaldı; gene bir rüya üzerine Yiğitbaşı kolundan ve Ümmi Sinan halifelerinden Şeyh Mehmed’e ve bu sırada Uşak’a gelen Ümmi Sinan’a intisap edip onunla Elmalı’ya gitti; tekkesinde imamlık, hatiplik ve oğluna hocalık etti. 1065’te (1654-1655) Ümmi Sinan’dan hilafet alıp Uşak, Kütahya ve Bursa’da tarikatı yaydı. 1080’de (1669-1670) Bursa’da kendisine bir tekke yapıldı. Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşa’nın daveti üzerine Edirne’ye giden Niyazi, pek fazla değer verdiği cefre dayanarak bazı sözler söylediğinden 1083’te (1673) Rodos’a sürüldü. Dokuz ay sonra bağışlanarak Bursa’ya döndü. 1087’de (1676) gene bu çeşit sözleri ve hareketleri yüzünden Limni’ye yollandı; 1103 yılına kadar (1691) orada kaldı; tekrar bağışlandı.

Halvetiye tarikatı, Ahmed zamanında Avusturya seferine gidileceği sırada Niyazi, savaşa katılacağını bildirerek 1104’te kendisine uyanlarla harekete geçti. Hükümete karşı koyabileceği düşüncesiyle, Bursa’da dua etmesi emredildiği halde Niyazi emri dinlemedi; Bursa’dan kalkıp Tekirdağ’a geçti; oradan Edirne’ye varıp Selimiye Camii’ne gitti; Niyazi, camiden alınıp gene Limni’ye sürüldü; 1105 Recebinin yirminci günü orada vefat etti

2. Kendi el yazısıyla yazdığı mecmuadan Niyazi’nin fikirleri pek güzel anlaşılmaktadır. “Mevaid’ülİrfan” adlı basılmamış eserinde bu düşünceler açıkça belirtildiği gibi bazı risalelerinde de ifadelenmektedir.

Önceleri taraftar olduğu Hamza vilerin de (Bayrami Melamileri) şiddetle aleyhindedir; onlarla hiçbir ilgisi olmayanları, hatta onların aleyhinde bulunanları bile onlardan sanır, öyle görür; onları, ağza alınmayacak sözlerle söven Osmanoğullarının da aleyhinde bulunan ve tahtın, Kırım hanlarına geçeceğini söyleyen Niyazi, kendisini daima ölümle karşı karşıya görmekte, kendisinin er geç öldürüleceğini sanmakta, vehimler içinde kıvranmakta, olmayan, yapılmayan şeyleri, aleyhinde oluyormuş, yapılıyormuş zannına düşmektedir.

Bütün bu ruhi haletlerden anladığımıza göre Niyazi çağdaşı Halveti şeyhi Nazmi Mehmed’in ‘Hediyetü’İ İhvan”ında yazdığı gibi “mertebei cünuna” varmıştır ve kendisini şeriat kılıcından kurtaran da ancak bu kanaatin umumileşmesidir…”

(Türkiye’de Mezhepler ve TarikaUar AbdiilİMki Gölpınarlı) Halvetiliğin 4. kolu Şemsiye’dir. Kurucusu Şemseddin Ahmed Sivasi’dir. 1701’de Zile’de doğan ve 1797’de Sivas’ta ölen Şemseddin Ahmed’in Hanefi mezhebine olan bağlılığı ve Hamzavilere aleyhtarlığı ile tanındığı bilinmektedir.

Halvetiye Tarikatının Farkları ve Zikirleri
Halvetiliğin kolları ve o kollardan çıkan şubeleri arasında büyük bir farklılık bulunmamaktadır. Küçük farklılıklar ise daha çok giyimdedir. Tamamiyle Sünni bir tarikat olan Halvetiler arasında sadece Gülşenilerin Mevlevilik ve Melamiliğe biraz meyilleri olduğu belirtilmektedir. Halvetiler şöyle zikrederlerdi: Diz çöküp kıbleye karşı otururlar, her çeşit dünyevi düşünce ve şekilleri zihinlerinden silerler sadece Allah’ı düşünürlerdi. Başlarını sağ omuzlarına yatırıp “Lâilâhe”, sonra da sol göğüse doğru eyip “İllallah derler, bunu 33 ve 165 kere lekrar ederler. Sonra İsmi-i Celal, sonra da Esma-i Seb’ayı zikrederler (Lâilahe İllallah, Hu, Hak, Hay, Kayyum, Kahhar” Niyazi-i Mısri’nin görüşleri

Halvetiye tarikatı , Halvetilik anılınca akla ilk gelen isimlerden biri de, hem büyük bir mutasavvıf, hem de güçlü bir mistik olan Niyazi-i Mısri’dir. Bu zatın, tasavvuf ve şeriat konusunda kaleme almış olduğu küçük bir risale denilebilir ki, bu derin konuyu, öz bir biçimde tüm incelikleri ile izah etmiştir. Mısri’nin bu risalesinin önemli bir bölümünü kendi önsözü ile aktarıyoruz. Sanırız ki, bu konuda böyle bir otoritenin ortaya koyduğu ölçüler en objektif ve sağlıklı olanlardır.

“İşbu Türkçe risalenin yazılması­na iki şey sebep oldu: Biri, sofilerin ağızlarında bazı sözler var ki, halk tabakası, hatta ulemanın eksik olan bazıları o sözleri işitince onları batıl mezheb mensubu zannediyorlar. Zira ehlullahm ekseriya sözleri muğlaktır. Her ne canibe çeksen çekilir. Ehli olmayan bilmez ve onlara sui zan eder. Biz bu sûi zannı ortadan kaldırmak istedik. İkinci sebebi şudur ki, ehli tasavvuf geçinen bazı ümmiler o muğlak kelamların zahirine bakıp ilhada (dinsizliğe) düşmeyeler ve dahi bileler ki, ehli tasavvuf ne kadar yüce derecelere erişirlerse erişsinler, onların imanı, imana yeni gelmiş kimselerin imanından fazla olmaz. Onun içindir ki Hazreti Peygamber aleyhis salatü vesselam “Aleyküm bidin’i- acâiz = Kocakarıların dini, inancı üzere olunuz” buyurdu. İşte bu manayı bilip, tasavvuf yolunun şeriat yolundan başka bir yol olduğunu zannedip sapıklık yoluna düşmeyeler. Ve yine bileler ki, avam ile havas arasındaki farklar, marifet derecesindedir. Böylece bilip taklidi imandan tahkiki imana sefer etmeye talip ve rağıp olalar vesselam.
______
 Aşığın hikâyesini durmaksızın feryat eden bülbüle değil, sessiz sedasız can veren pervanelere sor..
Ara
Cevapla


Hızlı Menü:


Şu anda bu konuyu okuyanlar: 2 Ziyaretçi

Online Shopping App
Online Shopping - E-Commerce Platform
Online Shopping - E-Commerce Platform
Feinunze Schmuck Jewelery Online Shopping